31

sayı 137/2016

alanlara yakın yerlerde AVM’lerin 

kurulması şeklinde özetlenebilir.

Türkiye bu alanda diğer 

ülkelerle kıyaslandığında ileri 

bir noktada sayılabilir. Mevcut 

iktidarın, neoliberal politikalara 

uyumuyla paralel ortaya çıkan 

güçler dengesindeki pozisyonu, 

uygulamaların sorunsuzca 

hayata geçmesini sağlamaktadır. 

Rant odaklı projelere karşı 

gerçekleştirilen direnişler lokal 

bazda kalmakta, topyekun bir 

itiraza dönüşmemektedir.

Yapı stokunun mevcut durumu 

ve deprem tehlikesi ile toplumsal 

meşruiyeti sağlanan kentsel 

dönüşüm projelerinin, toplumsal 

dayanağına uygun biçimde 

yürütüldüğünü ileri sürmek zor 

görünmektedir. 

Yıllardır güvenli yapı üretiminin 

sağlanmasıyla ilgili kayda değer 

adım atılmamışken, kamuoyunun 

karşısına kentsel dönüşüm 

projeleri ile çıkmanın doğurduğu 

soru işaretleri, projelerin kentlerin 

rant değeri yüksek bölgelerinde 

başlatılmış olması, kentsel 

dönüşüm projelerini üstlenen 

kamu destekli firmaların, orta 

ve üst gelir gruplarına dönük 

konut üretimine yönelmesi, soru 

işaretlerini çoğaltmaktadır. 

Örneğin Sulukule, Tarlabaşı, 

Armutlu’daki dönüşüm 

uygulamalarının ranta dönük 

olmadığını iddia edilebilir mi? 

İstanbul’u, “dev bir şantiye” 

haline getiren kentsel dönüşüm 

projelerinin doğru yürütüldüğünü 

söylemek mümkün müdür? 

Riskli bölgeler ya da yapılar 

neden tek taraflı bir irade ile 

sadece Çevre ve Şehircilik 

Bakanlığı tarafından 

belirlenmektedir?

Riskli alan tespitindeki kıstaslar 

noktasında kamuoyu neden 

ikna olmamaktadır? Riskli 

alanlar, güvenli olmaktan uzak 

yapılaşma sadece kentlerin 

merkezi yerlerinde ya da rant 

getirisi yüksek bölgelerinde mi 

bulunmaktadır?

Boşaltılacak riskli alanlarda 

yaşayanların yerleşmesi için 

hazırlanan rezerv alanlar neden 

sermaye gruplarının yatırım 

yapmasına açık hale getirilmiştir?

Kentsel dönüşüm 

uygulamalarının yol açtığı 

mağduriyetler, hak kayıpları 

neden önemsenmemekte, 

bu soruna neden çözüm 

bulunamamaktadır? İnsan hayatı, 

insanımızın güvenli ve sağlıklı 

konutlarda yaşaması öncelikli 

değil midir?

Bölgedeki nüfus yoğunluğu 

dikkate alınmadan kat sayısının 

artırılmasıyla ortaya çıkan rantı 

nasıl yorumlamak gerekir? 

Riskli alan ve yapılarla ilgili 

sorunlardan bağımsız olarak, 

okul, yurt, hastane gibi toplu 

kullanılan yapıların mevcut 

durumu nedir? Binlerle ifade 

edilen bu yapıların öncelikli 

olarak değerlendirmeye tabi 

tutulması gerekirken, neden 

bu yönde kayda değer adım 

atılmamaktadır? 

Açıkçası kentsel dönüşüm 

projeleri tam bir bilinmeze işaret 

etmektedir. Ne bütünlüklü ve 

merkezi planlamadan söz etmek 

mümkündür ne de mevcut 

yapı stokunun ne kadarının 

güçlendirildiği, ne kadarının yıkılıp 

yeniden yapıldığına ilişkin verilere 

ulaşılmaktadır. 

“İnşaat seferberliği”, adeta 

“inşaat çılgınlığına” dönüşmüştür 

ve güvenli yapı üretilip 

üretilmediğine dönük kaygılar 

varlığını sürdürmektedir.

Deprem toplanma alanları

Deprem anında ve depremden 

hemen sonra toplanılacak 

alanların durumu, neoliberal 

anlayışın kente dönük 

yaklaşımından bağımsız değildir. 

Deprem toplanma alanlarını 

akıbeti, bir başka ifadeyle, bu 

alanların yapılaşmaya açılması, 

mevcut anlayışın insan hayatını 

ve deprem tehlikesini değil, 

kentsel rantı önemsemediğini 

göstermektedir.

1999 depreminden sonra, 

kentlerde deprem toplanma 

alanları ile afet anında ulaşımı 

sağlayacak güzergâhlar tespit 

edilmişti. Örneğin İstanbul’da 

470 “Geçici İskân Alanı” ve 562 

“Birinci Derecede Acil Ulaşım 

Yolu” belirlenmişti. 

İMO İstanbul Şubesi, hangi 

deprem toplanma alanının imara 

açıldığına, hangi alanlara AVM 

yapıldığına, hangi alanlarda 

konut projesi uygulandığına, 

hangi yolların otopark haline 

getirildiğine ilişkin bilgileri 

defalarca kamuoyuyla paylaştı.

İşin ilginç yanı, İstanbul gibi 

devasa nüfusa sahip bir 

kent için belirlenen deprem 

toplanma alanlarının yetersizliği 

ortadayken, yeni alan belirleme 

sorumluluğu bulunuyorken, 

mevcutların bile korunmamış 

olması, afete hazırlık ve 

müdahale gibi hayati önem 

taşıyan kamusal sorumluluğun 

nasıl göz ardı edildiğini 

resmetmektedir.

Afet ve Acil Durum Başkanlığı 

(AFAD) tarafından 1 Nisan 2015 

yapılan açıklamada, olası bir 

İstanbul depreminde nüfusun 

neredeyse tamamının geçici 

barınma hizmetine ihtiyaç 

duyacağı belirtilmişken, mevcut 

alanların yapılaşmaya açılmasını 

önleyecek, kent nüfusunun 

barınmasını sağlayacak 

düzenleme yapmamanın izah 

edilebilir bir tarafını bulmak 

mümkün değildir.

Şehr-i İstanbul’da, çadır 

kurulacak alan bırakmamak, 

kelimenin tam anlamıyla, 

deprem sonrasında ortaya 

çıkacak olumsuzluklara davetiye 

31

17 ağustos anma etkinlikleri