Şubemizden


38. GENEL KURUL YAPILDI

Şubemiz 38. Dönem Olağan Genel Kurulu’nu 26-27 Ocak 2002 tarihlerinde gerçekleştirdi. 26 Ocak Cumartesi Günü, Yıldız Teknik Üniversitesi Oditoryumu’nda toplanan Genel Kurul, 37. Dönem Yönetim Kurulu Başkanı Cemal Gökçe tarafından açıldı. Mete Akalın’ın Divan Başkanlığı’na seçilmesi, ardından Hakkı Ekşi ve Faruk Bulubay’ın başkan yardımcılıklarına, Nergis Vasfıoğlu, Ayşen Yaman, Cüneyt Harmandalı Ve Baykal Hancıoğlu’nun yazmanlıklara seçilmesi ile Divan oluşturularak çalışmalara başlandı.

Aramızdan ayrılan meslektaşlarımızın anısına saygı duruşu ve İstiklal Marşı’ndan sonra, 37.Dönem Yönetim Kurulu Başkanı Cemal Gökçe bir açılış konuşması yaptı.

Gökçe, “22 Şubat 2001 tarihinden bu yana istisnasız herkes hayat standardının yarısından fazlasını kaybetti. Yıllardır uygulanagelen IMF ve Dünya Bankası eksenli ekonomik politikalar ve programlar nedeniyle, ekonomimiz felç olma noktasına geldi, halkımızın büyük çoğunluğu ve meslektaşlarımız zorlaşan yaşam koşulları kıskacında, yoksulluk ve açlık sınırında ayakta kalma savaşı veriyoruz. Borcu borçla ödeme anlayışı sosyal devlet olma olgusunu ortadan kaldırmıştır. Dolayısıyla demokratikleşme ile ilgili sorunlarımızı AB’ye, çöktürülen ülke ekonomisi ile ilgili sorunları bir kez daha IMF’ye ve Dünya Bankası’na, Orta Asya ve Ortadoğu’nun paylaşılması ile ilgili konuları da ABD’ye havale etmiş durumdayız. Artık emperyalizm kavramının yerini küreselleşme ve yeni dünya düzeni almıştır. Dolayısıyla, başta ABD olmak üzere dünya irilerinin, yeni dünya düzeninden anladıkları uluslararası sermayenin çıkarları olarak gündeme gelmektedir. Biz de bu güce tam boy olarak teslim olmuş durumdayız. Öyle ki; küresel yeni dünya düzeni, insan haklarını, ulusal bağımsızlığı, baskı ve sömürüye karşı muhalefet hakkını hızla ortadan kaldırmıştır. 22 Şubat’tan bu yana yapılan yasal düzenlemeleri bu kapsamda görmek gerekir. 1999 yılının Aralık ayında IMF ile yapılan anlaşma metninde Sosyal Güvenlik Yasası’nın yeniden düzenlenmesi, memur ve işçi ücret artışlarının düşük tutulması, tarımsal desteğin rafa kaldırılması, bankacılık konusu, kamu mallarının özelleştirilmesi, devlet yatırımlarının durdurulması, Uluslararası Tahkim Yasası’nın çıkarılması, çok taraflı yatırım anlaşmalarının yapılması konuları vardı. Bu düzenlemeler bizlere ‘Yapısal reformlar ve istikrarın sağlanması’ olarak sunulmuştur. Artık IMF, ‘Gelişmekte olan ülkeler için çıkar amaçlı ekonomik suç örgütü’ olarak tanımlanmaktadır.” sözleriyle konuşmasına başladı.

Üretici sektörlere gereken önemin verilmemesinin; devlet ve özel sektör yatırımlarının durmasına, ranta dayalı bir anlayışın ekonomiye hakim olmasına ve de inşaat sektörünü giderek gerilemesine neden olduğunu anlatan Gökçe, 1994’den 1999’a inşaat sektörünün % 3.2 oranında küçüldüğünü, 2000’de % 2, 2001 yılının 9 aylık dönemini de % 9 küçülerek kapattığını ifade etti.

“Gelişmiş olan ve AB’ye bağlı ülkelerde, 1000 kişiden 311 kişi bilgisayar kullanıyorken, bu sayı bizde 23 kişi. 10.000 kişiden 800 kişi internet kullanırken, bizde 14 kişi internet kullanıyor. Araştırma geliştirme faaliyetlerinde 1 milyon kişiden 3.200 kişi çalışırken, bizde ancak 300 kişi bu tür işlerde çalışıyor. 1997 yılında 650.000 patent için başvuru yapılmasına karşın, bizde yalnız 233 tane patent başvurusu yapılmıştır.” diyerek Türkiye’nin çok gerilerde kaldığını vurgulayan Gökçe, ülkenin bugünkü durumu ile ilgili görüşlerini şöyle özetledi: “İç borçlarımızın 40 katrilyonu hortumlamaya, 20 katrilyonu kamu bankalarının zararlarına, ekonomik verimlilikten uzak yatırımlara, geri ödenmeyen kredilere gitmiştir. Bir taraftan bunlar olurken, birçok işyeri kapanıyor, işsizlik artıyor, üretim düşüyor, hayat daha da pahalanıyor. Dolayısıyla IMF ile 1999 yılında imzalanan 2000-2003 programı rafa kaldırılıyor, 2002-2004 yıllarını kapsayan yeni bir ekonomik program gündeme geliyor. Herşey sil baştan yeniden düzenleniyor. Bir taraftan çaldıracaksın, çalanlara çanak tutacaksın, diğer taraftan da açığı kapatmak için bizlere salma olarak yeni borç çıkaracaksın. Açıktır ki, ülkemiz gelecekteki dünyaya, sermaye birikimi olarak, insan sermayesi olarak hazır değildir. Ayrıca hazırlanmak niyetinde de değildir. Çöken ekonominin ortaya çıkardığı umutsuzluk, yetenekli ve iyi yetişmiş gençlerimizin ülkemizi terletmesine neden olmaktadır. Dolayısıyla bilim ve mühendislik hayatımız da hızlı bir erozyona uğramaktadır. Toplumumuz yoğun bir kültür emperyalizminin etkisine sokulmuştur. Üretimden uzaklaşarak pazar olma işlevine soyunmuş, giderek kendi sorunlarımızdan uzaklaşmışızdır. Oysa Kızılderili’nin dediği gibi; - Son ağacı kestiğimizde,  son hayvanı öldürdüğümüzde, son nehri kirlettiğimizde, son balığı yakaladığımızda, ancak o zaman, o zaman parayı yiyemeyeceğimizin farkına varacağız.- Bu noktaya gelmede 12 Eylül’ün de önemli bir payı var. 12 Eylül kendince istikrara karşı olarak gördüğü herşeyi siyasetin dışına atmış, siyaseti içine kapalı, bürokratik, mutlak bir ‘yönetim’ mertebesinde görmüş ve böyle davranılmasını istemiştir. Bu anlayış aynı zamanda temel ihtiyaçların karşılanmadığı, doymamış, kıyıda köşede kalmış kişilerin ihtiraslarında büyük bir ‘köşeyi dönme’ arzusu yaratmıştır. Toplumumuzda bu durum ‘başarma arzusu’ olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bizim gibi az gelişmiş ülkelerde, ekonominin sağladığı olanaklarla, şahısların ekonomik nitelikli istemleri arasında önemli değişiklikler oluşturmuştur. Bu anlayışta, zenginleşmenin kural dışı yollarla sağlanması eğilimini ortaya çıkarmıştır.”

Mühendislik alanının yeniden düzenlenmesi gerektiğini söyleyerek, 1999 yılında yaşanmış olan depremlerin, eski alışkanlıkları ve yapılanları bir kez daha gözden geçirilmesini gerekli kıldığını belirten Gökçe, kentimizde bulunan yapı stokunun kaçak ve denetimsiz olduğunu vurguladı. Gökçe, mevcut yasal düzenlemelere göre kentin “afet planı”nı hazırlamak ve uygulamakla görevli olan İl Afet Yönetim Merkezi ve İl Acil Yardım Teşkilatı’nı ve afetin krize dönüşmesi durumunda devreye girecek olan İl Kriz Merkezi’ni çalışmalarını eleştirerek, “...Bu örgütlenmeler, deprem öncesi, an’ı ve sonrasında yapılacak hazırlıkları bir bütünsellik içinde ve risk yönetimi çerçevesinde ele almaktan uzaktır ve deprem zararlarını önemli ölçüde azaltacak gerekli ve yeterli kaynağa sahip değildir. Dolayısıyla İstanbul şimdilik kaderine terkedilmiş durumdadır. 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerinde, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından yapılan hasar tespit değerlendirmelerine göre, 706 okul, 129 sağlık binası, 696 emniyet binası önemli ölçüde hasar görmüştür. Yine İstanbul’da bulunan 2225 eğitim binasından 118 adedi 1998 deprem yönetmeliğine göre yapılmıştır. 2107 okuldan onarım ve güçlendirilmesi yapılanların sayısı sadece 38’dir. Bu durum İstanbul’un depreme hazırlanmasında önemli bir göstergedir.” dedi.

Çıkarılan 4708 Sayılı yasa ile ilgili de bir değerlendirme yaparak, Denetçi Belgesi’nin Bayındırlık Bakanlığı tarafından verilmesi ve 595 Sayılı Kararname çerçevesinde Odamız tarafından verilen uzmanlık belgelerinin geçerli görülmesinin, kabul edilmez bir durum olarak ifade eden Gökçe, “Şubemiz tarafından hazırlanan ‘Yapı Denetim Yasa Taslağı’ ile ‘Uzman (yetkin) Mühendislik Yasa Taslağı’ önerisi meslektaşlarımız tarafından önemsenmeli, bir tepki yasası olarak çıkarılan 4708 Sayılı Yapı Denetim Yasası mutlaka değiştirilmelidir.” dedi.

Gökçe konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Yerel yönetimlerin, Bayındırlık ve İskân Müdürlüklerinin, Mühendis ve Mimar Odalarının ortak sorumluluğu paylaşmalarının yanında, ortak yetkiye de sahip olmaları gerekir. 1950’li yıllarda başlayan gecekondulaşma ve kaçak yapılaşma anlayışı, kentlerimizi oturulamaz bir duruma getirmiştir. Her türlü planlamadan ve teknik denetimden yoksun olan yapı stokunun denetim altına alınabilmesi için;

• Tasarım evresinden başlayarak üretim evrelerinin tümünde etkin bir denetim uygulaması yapılmalıdır. 

• Genel eğitim, teknik yüksek öğretimin ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde değildir. Dolayısıyla belli bir plan anlayışının dışında açılan okullar eğitimde kaliteyi sürekli olarak düşürmektedir. Bu konuyla ilgili düzenlemeler yapılmalıdır. 

• Bölge planlamaları çerçevesinde yerleşim yerleri, bölgenin afet durumu dikkate alınarak yeniden belirlenmelidir. 

• İstanbul’un afet risk haritasına göre, Nazım Planı günümüz koşullarına göre revize edilmelidir. 

• İstanbul’un gelişme alanları jeolojik ve zemin koşullarıyla birlikte yapı özelliğine göre yeniden belirlenmelidir. 

• Deprem sonrası gerekli hizmetlerin aksatılmadan yapılabilmesi için, mikro bölgeleme çalışmalarına bağlı olarak yapıların hasar görme durumları belirlenmelidir. 

• İstanbul’un ulaşım, haberleşme, itfaiye, hastane, okullar, müze ve benzeri yapıları tez elden güçlendirilerek depreme dayanıklı hale getirilmelidir.

Odamızı hakkı olan yere taşımak, başta yöneticiler olmak üzere mesleğini seven her inşaat mühendisinin görevi olmak durumundadır. Tüm yaşananlara karşın, ülkemizin ve mesleğimizin, içine düştüğü olumsuzlukları aşması gerektiği inancını taşıyoruz. Biz geleceğimizden yana umutluyuz. Yeter ki, ortak aklımızı ve ortak gücümüzü doğru kullanma becerisini gösterebilelim. 37. Dönem Yönetim Kurulu olarak, çalışmalarımızda bize destek olan tüm meslektaşlarımıza, Şubemiz çalışanlarına, profesyonel meslektaşlarımıza teşekkür ederiz.”

Konuk Konuşmacı olarak Genel Kurul’a katılan, Prof. Dr. Eren Omay (İTÜ), mühendisliğin tanımı, tarihsel gelişimi ve felsefesi üzerine bir konuşma yaptı. Omay, mühendisliğin etimolojisiyle sözlerine başladı. “Mühendis sözcüğü Arapça’dır, yani Geometri bilen demektir. İngilizce, Fransızca, Almanca’da mühendis sözcüğünün karşılığı olan sözcükler, Latince “ingeniatorem” sözcüğünden türemiştir. Yaratıcı, yetenekleri olan kişi demektir. İngeniatorem sözcüğü de “ingenium” sözcüğünden türemiştir. Anlamı “deha/ dahi” dir.”

Mühendisliğin teknolojinin bir parçası olduğunu vurgulayan Omay, teknoloji kelimesinin Yunanca “Tekhne” sözcüğünden türediğini ve pratik yapabilme gücü olarak tanımlandığını ifade ederek, günümüzde bilimsel bilgiye dayalı uygulamalar anlamını taşıdığını belirtti. Omay, Mühendisliğin statik bir meslek değil, dinamik bir meslek olduğunu, mühendisliğe ait ilk tanımın “Mühendislik insanlığın yararlanması için doğadaki büyük güç kaynaklarını yönetme sanatıdır.” şeklinde yapıldığını, 20.yy’ın ortasında ise; “Mühendislik insanlığın yararlanması için çeşitli makine, malzeme ve yapıların projelendirilmesine, üretimine, teorik ve ampirik bilgiyi uygulama sanatıdır.” şeklinde tanımlandığını belirtti. “Kısaca mühendis teknoloji dediğimiz insan faaliyetini yaratan ve onu insanlığın gelişmesi, refah içinde yaşaması için uygulayan insandır ve çok önemli bir meslektir” dilen Omay şöyle devam etti: “Teknoloji tarihi ile uğraşan tarihçiler insan hakkında, “insan alet yapan yaratıktır” diye anlatıyor. Alet yapmak teknolojik bir faaliyettir ve bir mühendislik işidir. Öyleyse ilk insanlar mühendisti. Bu bakımdan -mühendislik insanlıkla başlayan çok eski bir meslektir- hükmüne kimse itiraz etmemeli. İnsan alet yapmaya başlayıp teknolojideki ilk adımlarını atmaya başladıktan sonra büyük bir gelişme göstermiş, bu gelişmenin tarihini incelemek için bu tarihi üç parçaya bölmüşler; paleolitik teknoloji, neolitik teknoloji ve uygarlığın teknolojisi. Paleolitik dedikleri çağda insan tabiatın içersinde bir asalak olarak yaşıyor. Sadece bitkileri topluyor, hayvanları avlayabiliyor ve bunları yapabilmek için de ahşap, taş ve kemik gibi malzemelerden alet yapıyor. Günümüze taştan yaptığı aletler kalmış. Bu aletler teknolojik bakımdan, mühendislik açısından değerlendirildiği zaman çok önemli. Bunu bir ünlü İngiliz arkeoloğu Leakey şöyle değerlendiriyor: “O günkü şartları düşünürseniz, paleolitik çağda insanların yaptığı aletler bugünkü mühendislerin yaptıklarından daha değerlidir. Daha büyük bir ustalık göstermektedirler.” Gerçekten o zaman insanlar yap boz yoluyla önce bir aleti nasıl yapacağını anlıyor onu öğreniyor sonra bunu kurumlaştırıyor toplum bunu kabul ettikten sonra teknoloji haline geliyordu.”

İlk mühendislik eğitiminin Sümerler’de başladığını ve bilimsel bir mühendislik yaptıklarını söyleyen Omay, “Hammurabi yasalarını da örnekleyerek Mezapotamya’da mühendislerin yeterince uzman olduğu ve toplum içersinde bir statüsü olduğunu” vurguladı. Şehir devletlerinin menfaat çatışmaları sonucu ortaya çıkan savaşın, mühendisliğin gelişmesine katkıda bulunduğunu anlatan Omay şöyle devam etti: “Savaş, mühendisliğin gelişmesini sağlayan en önemli insan faaliyetlerinden biri. Mezapotamya’daki şehir devletlerinde yürüyen kuleler, hareketli kuleler görülüyor ve Mancınıklar yapıyorlar. Şehir devletlerinin etrafı surlarla çevrildiği için bu surları yıkmak için altına açılacak lağımlar inşaat mühendisliğinin ilk önemli faaliyetleri olarak gözüküyor. Ve bu şehir devletlerinden sonra günümüze kadar savaş daima mühendisliğin gelişmesini sağlayan insan faaliyetlerinden biri oldu.”

Mısır’ın özellikle inşaat mühendisliğinin çok geliştiği bir imparatorluk olduğunu belirterek, Roma’da mühendislik eğitimi olmadığını, pratikten yetişme mühendislerin olduğunu fakat mühendislik mesleğinin, en güzel örneklerinin verildiği bir yer olduğunu vurgulayan Omay, Osmanlı İmparatorluğu’nda mühendis yerine mimar adının kullanıldığını anlatarak konuşmasına şöyle devam etti: “Osmanlı’da mimar ismi taşıyan insanlar mimarlık yaptığı gibi aynı zamanda inşaat mühendisliği yapan insanlardı. Bunlar bir lonca şeklinde teşkilatlanmamışlardı ve özel okulları vardı. Hassa Mimarlık Ocağı denilen bir okulda yetiştirilirlerdi ve Osmanlı Devlet yönetiminde çok önemli yerleri vardı. Çünkü Osmanlı Devleti de Romalılara benzer şekilde askeri bir devlettir fetih yapan bir devlettir. Bu geniş imparatorluk sınırlar içinde Osmanlı İmparatorluğu’nun ihtiyaç duyduğu gerek askeri gerek sivil mühendislik faaliyetlerini yürütmekte görevlidirler, itibarları gayet yerindedir. Fakat Osmanlı İmparatorluğu belli bir noktadan sonra sıkıntıya düştüğü zaman mühendislik faaliyetlerinde de durgunluk gözüküyor bu sıkıntıdan kurtulmak için mühendisliği de canlandırmak istiyorlar. 1773 yılında Cezayirli Hasan Paşa ile bir Fransız Baron de Tott Mühendishane diye bir okul açıyor. 1789’da Mühendishane-i Bahri Humayun açılıyor; bugünkü Deniz Harp Okulu’nun ilk kuruluş şekli. 1794’de Mühendishane-i Amire diye bir Kara mühendisliği; kara ordusunu destekleyen ve sivil hizmetleri yapacağı düşünülen bir mühendislik okulu açılıyor. Bu sonra Mühendishane-i Berri Humayun haline geliyor. 1830 yılında Mühendislik Okulu haline geliyor, 1830 daki Mühendis Okulu sonra gelişerek bugünkü Yüksek Mühendis Okulu adını alıyor ve 1946’da Hasan Ali Yücel’in çıkardığı bir kanunla İstanbul Teknik Üniversitesi haline geliyor. Bizdeki durumu bu.”

Mühendisliğe sosyolojik yaklaşımda da bulunan Omay sosyologların “mühendis bir aktördür, toplum ona bir rol biçer ve mühendis de bu rolü oynar” ifadesinden yola çıkarak, mühendisin toplum içersindeki statüsünü belirlemek için önce bir toplum modeli yapmak gerektiğine dikkat çekti. Türkiye’deki üretim tarzının kapitalist olduğunu, mühendislerin de, kapitalist toplumda işçi sınıfı ve sermaye sınıfı arasında kaldığını ifade etti. Omay, “Mühendisliğin tarihi ve sosyolojisi mühendisin toplumdaki statüsünün ve işlevinin üretim ilişkileri tarafından belirlendiğini ortaya koymaktadır. Mühendis tarih boyunca çeşitli üretim ilişkileri içinde çalışmıştır. Bu ilişkiler mühendislik mesleğini kendi özelliklerine göre şekillendirmiştir. Günümüzde kapitalist üretim tarzı geçerlidir. Bu nedenle mühendislik kapitalist üretim ilişkileri tarafından şekillendirilir. Kapitalist üretim ilişkileri mühendisin mesleki kişiliğini belirler. Gelecekte teknolojinin gelişim hızının ivmesi büyüyecektir. Bu teknolojiyi yaratan ve uygulayan mühendis tarihin devrimci aktörleri arasında yer alacak toplumun yapısını belirleyecektir. Mühendisin bu görevinde başarılı olması için maddi yaşamın gerçekliği ile bu gerçekliğin sunduğu olanaklar arasındaki karşılıklı ilişkiyi doğru çözümlemesi gerekir.” diyerek konuşmasını sonlandırdı.

37. Dönem Yönetim Kurulu Üyesi Murat Gökdemir’in çalışma raporunu özetlemesinden sonra çalışma programı hakkında görüş ve düşüncelerini belirtmek isteyen üyeler söz aldılar. Söz alan üyelerimiz, Oda’nın proje sunulan bir yer olması gerektiği, İstanbul’un rehabilitasyonu konusunda Oda’nın çalışma grupları oluşturması gerektiği ve İstanbul’a sahip çıkılmasında İMO’nun öncü olması gerektiği konularına değindiler. Genel kurulların daha uzun olması ve mesleğimizin daha fazla tartışılması gerektiğini de dile getiren üyeler, yönetimlerin karşı olmanın dışında problemlere çözüm üretmesi gerektiğine, ayrıca İstanbul’un rehabilitasyonu konusunda, mevcut yapıların yanında yeni yapılacak yapıların yer seçiminin de önemli olduğuna dikkat çektiler.

 

Teşekkür

26 -27 Ocak 2002’de gerçekleştirdiğimiz

38. Dönem Olağan Genel Kurul’umuza

çiçek yollayan, telgraf çeken, mesaj gönderen ve

bizzat katılan kişi, kurum ve kuruluşlara teşekkür ederiz.

 


2002 ŞUBE GENEL KURULU

İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi 38 nci dönem olağan genel kurulu 26 – 27 Ocak 2002 tarihleri arasında yapıldı. Genel Kurula; “Çağdaş İnşaat Mühendisleri” ve “Meslekte Birliğe Çağrı” olmak üzere iki gurup katıldı ve seçimi “Çağdaş İnşaat Mühendisleri” gurubu 481 oy farkla kazandı.

38 nci dönem seçim sonuçları :

Toplam Üye Sayısı  : 11415

Oy Kullanan Üye Sayısı   : 2150

Geçerli Oy Sayısı   : 2134

Geçersiz Oy Sayısı  : 16

 


  Bülten Index sayfası   | Sonraki Sayfa